1 Haziran 2018 Cuma

Bask Bölgesi-Bilbao-San Sebastian Ne Kadara?

Lezzete doyacağınız üç günlük bir gezi hayal edin. Yüz yıllarca yüksek dağların korumasında yalıtılmış bir yaşam sürmüş, özgürlüklerine ve öz kültürlerine düşkün Basklılar'ı ve ana yurtları Bask Bölgesi'ni ucundan da olsa tanıma fırsatı bulabileceğiniz dört günlük bir gezi. Şundan eminim ki, iyi ki gitmişim diyeceksiniz sonunda, Baskça'nın sert tınıları kulaklarınızı yorsa bile :) . O yüzden aklınızın bir köşesinde bulunsun, bu dört günlük gezi ne kadara?


Konaklama : 80€/gece iki kişilik oda. 50€'dan aşağı bulmak çok kolay değil. Biz San Sebastian'a hakim Monte Igueldo Mercure'de kaldık, şehrin içinde olmasa da manzarası muhteşemdi, öneririm.
Yeme-içme: Gezi boyunca toplam 300€, çok göreceli tabii, 5€'ya Pintxos-Tapas da var, 250€'ya üç Michelin yıldızlı restoranda tadım menüsü de.
Ulaşım: 15€ Bilbao-San Sebastian arasındaki trenler tek yön fiyatı, gerisini pas geçiyorum, aşağıda değineceğim.
Hediyelik: Magnet 2-3€ civarında, Bilbao'da daha ucuz. Xakoli isimli Cava benzeri içkilerinin şişesi 10€ civarında.

Bask bölgesi ya da Baskonya, genelde bilindiği üzere sadece İspanya topraklarının kuzey doğusundan ibaret degil, Fransa'nın güney batısında büyükçe bir alan da bölgeye ait ve hatta Fransa tarafındaki Bayonne sehri, en az bölgenin ünlü kentleri Bilbao ve San Sebastian kadar Bask kimliğine tutkun. San Sebastian ve Bilbao deyince tabi akla Bask Kültürü ve Atlas Okyanusu'na bakan muhteşem güzellikteki kıyılar dışında tek bir şey geliyor, gastronomi turizmi. O yüzden biz de dört günlük bir tatili fırsat bilip, bir nisan ayı başında kendimizi Toulouse uzerinden Baskonya yoluna vurduk. Normalde Bilbao'ya THY veya Lufthansa uçuşları var ve odak noktalarınız sadece Bilbao ve San Sebastian ise iki sehir arasında tren veya otobüsle ulaşımınızı saglayabilirsiniz. Araba kiralamak özellikle sehir dışındaki mütevazı fakat Michelin kataloguna girmeyi başarmış restoranlara erişmek icin olmazsa olmaz. Fakat unutmayın, bu iki şehir arasında 100km uzunluğundaki yol icin en az 13-14€ otoban ücreti odeyeceksiniz. Şimdi bu kısa başlangıçtan sonra, ilk durağımız San Sebastian ile yazıyı devam ettireceğim. Son durak ise Bilbao.

San Sebastian:

Bir kere gittiğiniz yerin adı Donostia Baskca, San Sebastian Dünya çapında bilinen isim olsa bile, şaşırmayın. Yukarıda değindiğim gibi, uzun yıllar boyunca yüksek ve sarp daglar dolayısı ile erişilmesi zor olması, kendi dilini ve kültürünü korumasını kolaylaştırmış Baskonya'nın. Korumak burada en doğru kelime, çünkü diğer batı dillerinin hiç biri bölgede yokken, Kafkaslar'dan kopup bölgeye yerlesen Basklar'in dili Baskça da eski kıtanın en eski dil ola gelmiş. Lazca ile dilbilgisi açısından benzerliği ve öğrenilmesinin zorluğu gibi bir çok ilginç özelliğe sahip Baskça'nın San Sebastian özelinde benim açımdan en sorunlu yani Tapas ya da Pinxtos Barları'nda bağıra çağıra konuşulması oldu. Diyeceksiniz ki ne ilgisi var? Söyle anlatayım, bildiginiz gibi Pintxos Baskonya'nın sihirli yiyeceği, daha dogrusu içki oncesi mide boş kalmasın diye yenilen ekmek ustu atıştırmalığı ve Pintxos Barları San Sebastian'a gelmek icin en onemli sebeplerden ilki. Eski şehrin ortasında hepi topu 10-15 civarında yüksek puanlı Pintxos Bari var ve yerel halk da her aksam bu mekanları doldurup bağrış çağrış sipariş veriyor barin arkasına. Siparişi verince her şey bitti mi, yok, barin onunu terketmeden arkasındakilerle yüksek tonda sohbet muhabbet. Bu biz gariban turistler icin şöyle
bir sorun yaratıyor, yeterince sabretmeden, yani en az 15-20dk, ufak bir ekmek üstü atıştırmalığa katiyen ulaşamazsınız. Ya da söyle düzelteyim, o muhteşem lezzet toplarına ulaşmanın bedeli, gürültüyü eşliğinde 15-20dk beklemek. Yan tarafa 3-4 tane Pintxos örnegi koydum, gördüğünüz gibi porsiyonlar görece ufak ve tanesi 2-3€ aralığında değişiyor. Örnegin su yeme de yanında yat sınıfındaki yengeç soslu ançuez 2€ ve hemen hemen tüm Basklılar yanında Txakoli denen Cava veya köpüklü şarap benzeri içkiyi yudumluyor. Biz toplamda 6-7 değişik Pintxos mekanını denedik ve 10 dakikadan az beklediğimiz hiç olmadı. Gerçi sonradan aynı rotayı izleyen bir arkadaşımla konuştuktan sonra farkettim ki, bizim içine düştüğümüz yoğunluk Paskalya tatili kaynaklıymış. Yani başka mevsimlerde giderseniz aynı durumla karşılaşma olasılığı çok düşük, bilginiz olsun. Aşağıya eski şehrin göbeğinde yer alan dört farklı Pintxos mekanını ve deneyebileceğiniz lezzetli Pinxtos'ları not düşüyorum, şüpheniz olmasın, hepsi denendi :)

Pinxtos-Tapas Barları:

1- Bar Nestor: Domates, biber ve biftek-steak. Tek kelime ile mükemmel. Ayak üstü olduğuna bakmayın, kişi başı 20€ civarında Pinxtos dahil.

2- Bar Txepetxa: Özellikli Pinxtos burada ançuezli olan, ki kendisi 2.5€. Yengeç kremalısı da gayet lezzetli.

3- Le Mejillonera: Tam Pinxtos barı havasında olmasa da, kalamara ve midyeye düşkünlüğünüz varsa buraya mutlaka uğrayın. Fiyatları da fazlası ile uygun.

4- Gandarias Restaurante: Adından da belli olacağı üzere, ayakta yemek tek seçenek değil, oturabilirsiniz, ancak rezervasyon yaptırmanızı tavsiye ederim oturmayı planlıyorsanız. Sığır fileto-sirloin sorun özellikle, yumuşacık, damakta yok oluyor adeta, 4€ tanesi.

Saydığım yerlerin akşam 19:00'dan sonra açılmaya başladığını da özellikle eklemem gerekiyor. Zaten İspanyollar da 21:00'den önce pek yemeğe oturmuyorlar. İspanya'da bir kaç farklı şehri gezdikten sonra farkettim ki, Barcelona dışında bu alışkanlık ya da geleneğe daha sıkıca bağlı İspanya. Sebebi ise şu, İspanya'nın faşizmle yönetildiği Franco döneminde, Franco Nazizmle dayanışma göstermek için saatleri Orta Avrupa saatine çekiyor. Ama doğallıkla biyolojik saatler faşizmle yönetilmiyor.

Diyeceksiniz ki, akşamları yedik içtik, peki sabah veya gün içinde ne yapacağız? Hala size müzelerden veya doğal güzelliklerden bahsedeceğimi düşünüyorsanız, fazlası ile yanılgı içerisindesiniz. Sabah kahvaltısı için iki ayrı kahveciden, öğle yemeği içinse, abartmak gibi olmasın ama etin Nirvana'sı olarak nitelendirebileceğim Asador Epeleta'dan bahsedeceğim. Hatta önce Epeleta'dan bahsedeyim, kahvaltıyı otelde de edersiniz.

5- ASADOR EPELETA:
Etle aram çok yoktur, yerim ama aramam. O yüzden de eşim tavsiyelere uyup buraya mutlaka gitmemiz gerektiğini söylediğinde biraz burun kıvırdım, yalan yok. Burun kıvırmamın en önemli sebebi de Epeleta'nın San Sebastian'a 45km uzaklıkta, Pamplona yolu üzerinde olması idi. Otobandan sapıp sıradan taş binayı görünce hayal kırıklığına uğramadım, ama binanın önündeki lüks otomobiller de garibime gitti. Tahta kapıyı açınca karşıma kocaman bir barbekü üzerinde pişen devasa T-Bone biftekler (ya da porterhouse da diyebilirsiniz) çıktı ve istemsizce turist tuzağına mı geldik acaba, Instagram köleleri nerede diye düşünürken buldum kendimi. Neyse içeriye buyur ettiler, mönüyü uzattılar ve ilk şok, fiyatlar Baskonya standardında orta halli denebilecek düzeyde. Örnek vermek gerekirse, pişmiş etin kilogramı 48€, bu ete eşlik eden Kastilla-Duero bölgesine ait yarım şişe güzel bir Tempranillo 14€. Giriş için ton balıklı-soğanlı domates salatası ve Hollandez sos ile sunulan haşlanmış beyaz kuşkonmaz seçtik ve et siparişi için beklemeye koyulduk. Çünkü giriş yemeklerini ve içecekleri garsonlar, et siparişlerini ise sadece ve sadece mekanın sahibesi teyze alıyormuş. Teyze 70li yaşlara yakın bir hanımefendi, İngilizce konuşmasa da, Baskça veya İspanyolca, tüm sempatikliği ile çekip çeviriyor etrafı. Izgara et yemek istediğimizi söyledik ve başıyla onayladıktan sonra şu bizim meşhur 'bana bırakın' hareketini yaptı. Başka yerde olsak işkillenecektim acaba hesabı mı sivriltecek diye; ancak bir süre sonra elinde 1.5 kilogramlık bir T-Bone ile belirip, etin tam karşılığı olan fiyatla birlikte ile gelince, dedim şüpheciliğe gerek yok, ki anlamı da yok. Yaklaşık yarım saat sonra ızgarada orta pişirilmiş T-Bone önümüze geldi. Aman Tanrım, bu nasıl bir lezzet! Tarif etmek gerçekten kolay değil, yazıya dökmek daha da zor. Haddimi aşıp, şu muhteşem ortamlarda şöyle yetiştirilmiş bu yaştaki hayvanlardan bu şekilde kesilip dinlendirilmiş et gibi cümleler kuracağım neredeyse, o derece. Teyze beğenip beğenmediğimizi sormaya geldiğinde biz kemik sıyırma faslına geçmiştik, zaten masadaki manzara da beklediği cevabın söze dökülmemiş haliydi. Yine de olmayan İspanyolca'mla, dört beş kez arka arkaya 'Bueno' çıktı ağzımdan. Yerimiz kalmadığından tatlı almadık ve bu harika yemek için bahşiş dahil 100€ ödeyerek ağzımız kulaklarımızda mekandan ayrıldık. Niye büyük harflerle kalın yazdım isimini belli oldu sanırım. Uzun lafın kısası, üşenmeyin gidin ve haliyle 'ona bırakın'.   

Kahvaltı-Kahveci:
Kahvaltı genelde Türkler için sorun, hele İspanya'da daha da büyük bir sorun. Gerçi benim öyle bir derdim yok süt ürünlerinin bir çoğu ile aram olmadığından; hatta İspanya benim için kahvaltı açısından kolaylık ve mutluluk demek, çünkü domates ezmesini kızarmış ekmeğin üzerine sürüp zeytinyağı ile süsledikten sonra beş dakikada servis ettikleri on numara bir seçenek var. Üzerine arzunuza göre avokado veya zeytin de ekletebilirsiniz. Aşağıdaki iki mekanda da bu seçenek mevcut. 

1- Sakona Coffee Roasters:
Eski şehrin köprüyle sörfçüler plajı Zurriola Hondartza tarafına bağlandığı noktada Sakona. Kahveleri güzel, kendi ürünleri olan kekleri ve kruvasanları leziz. Yumurta da sunuyorlar kahvaltı için, fiyatları da çok yüksek değil (kahve ve kahvaltı 10€ kişi başı), daha ne olsun! Yandaki fotoğrafta örnek bir menü görebilirsiniz. Unutmadan söyleyeyim, haftasonları kalabalık, makul bir süre beklemeye hazırlıklı olun.

2- Old Town Coffee:
İlk kahveciye göre biraz daha güneyde, yani şehrin daha yerli tarafında, dolayısı ile de fiyatları daha uygun. Yukarıda verdiğim menüyü kişi başı 6-7€'ya yiyebilirsiniz. Mekan çok büyük değil, ama diğer kahveci kadar da talep görmüyor. Pazar kalabalığından kaçmak için bire bir. Süt oranı açısından Capuccino fazla sütlü, Espresso ise çok sert diyorsanız, menüye Flat White isimli ara seçeneği eklemişler, benim gibi ağzıyla tarif etmeye üşenenlere büyük kolaylık.

Bilbao:

Bilbao'yu uzun uzun anlatmayacağım, zaten toplamda da bir tam gün geçirdik. Açıkcası San Sebastian'a daha fazla zaman ayırmak doğru bir tercihmiş. Bilbao özelinde iki ayrı noktadan bahsedeceğim. Birincisi tahmin edebileceğiniz üzere Guggenheim Müzesi, ikincisi ise Michelin rehberinde olmamasına rağmen şehrin en iyi 10 restoranından biri olarak gösterilen Blueizar.

Guggenheim Müzesi:
Öncelikle giriş 14€ kişi başı. Gerçi Guggenheim deyince Bilbao diye özellikle belirtmek gerekiyor, Bilbao, New York ve Venedik, sanatsal içerik ve konumlandırma açısından çok farklı yerlerde. Eğer modern sanatla uzaktan yakından ilginiz yoksa ve olacağını da düşünmüyorsanız bu paragrafı ve Guggenheim'ı atlayabilirsiniz. Atlamadan önce yine de sizin için son bir şans, müzeye girmeden dış alanda sergilenen eserler Guggenheim özelinde fikir veriyor, hem de bedava. Modern sanat müzelerinde yüzlerce saat harcamamış, fakat esere bakmaktan çok hikayesini okumaktan hoşlanan biri olarak, müzeyi gezmekten çok da zevk almadığımı belirtmeliyim. Gerçi müzenin gemi formundaki mimarisi etkileyici, kabul etmeliyim. Önünde çiçeklerden yapılan sevimli köpek de tam Instagram için yaratılmış. Ana eser devasa yapısı ve boyutsal algıyı bozan geometrisi açısından ilgi çekici olsa da, diğer eserler çok da ilgimi çekmedi. Fotoğrafa da izin yok maalesef. O yüzden sadece müzeye girmeksizin de görülebilecek bazı eserleri paylaşıyorum yan tarafta, ki örümcek gayrı resmi sembolü müzenin. Özetlemek gerekirse, vaktiniz bol, bütçeniz yeterli ise, bir iki saat ayırabilirsiniz. Modern sanatı ve kullanılan derinlikli yabancı dili kulaklıktan anlamak kolay değil, rehber eşliğinde gezmek ya da üşenmeden okumak en verimlisi. Bir de unutmadan, çıkışta gül şeklinde dondurmalar servis eden dondurma zinciri Amorino var, bitter çikolata ve mango her daim favorim-4.5€.

Restaurant Blueizar:
Şimdi malum Bilbao'yu çıkarsak Michelin rehberi yarıya düşer, ama her şey de Michelin'den ibaret değil. Müfettişin keyfi yoktur, aşçı veya komi yamuk yapmıştır, parası çıkışmamıştır, ne bileyim. O yüzden ***'lı tadım menüsüne gücümüz yetmedi demek yerine, Michelin rehberine biraz çamur atalım ve pazar günü açık olan Blueizar'da yediğimiz yemeği anlatalım. Giriş yemeği çok basit, sevmeyeni de çok biliyorum ama, istiridye. Beş farklı sos ile çiğ servis ediyorlar, 'Gilda' ferahlatan aroması ile en beğendiğim seçenek oldu. Dana kuyruğundan yapılan kroketi her giden methetmiş zaten, biz de denedik, yanındaki mayonez ile gayet lezzetliydi. Ana yemek olarak da bizim yöntemini tandır diye tabir ettiğimiz kuzu omuz tercih ettik. Et olarak mükemmel denemezdi, fakat eşlik eden bulgur, karnabahar ve ezmesi dört dörtlüktü. Yemeğe derinlik katmak sanırım bu oluyor. Şarap tercihimiz yine bir Temparanillo'ydu, kusura bakmayın adını not etmemişim. Tüm bu yenilen içilenin ederi, yanında kendilerinin pişirdiği cevizli ve tahıllı ekmekler dahil, 95€. Diyeceksiniz ki uygun mu şimdi bu? Bilbao özelinde evet, kuzu tandırın bağrından kopup gelenler için hayır. Marifet de zaten 250gram kuzu kol için 45€ ödetmekte, ki doğru pazarlama stratejileri ile Basklılar bu işi çok iyi başarıyor.

Bitti mi Bilbao şimdi? Benim için evet.

9 Temmuz 2017 Pazar

Amerika-Los Angeles Gezisi Ne Kadara?

Amma da büyükmüş. Los Angeles ile ilgili en çarpıcı yorumum bu olur her halde. İstanbullu olmayanlar iyi bilir, İstanbul'a gezmeye gelirsiniz, Emirgan benim Ahırkapı senin gezersiniz ama hiç bir şey anlamazsınız. Her şey çok güzel görünür göze, ama bir yandan da hep bir koşuşturmaca, hep bir yerlere erişme çabası, vaktin yarısı yollarda ve kuyruklarda geçer. İşte bu hissiyatın aynısını Los Angeles'ta yaşadım ben. Bizim tek bir şehir olarak bildiğimiz Los Angeles'ın bir ucunda tanıdık Malibu Plajı, diğer tarafında ise yine bilindik yerlerden Long Beach, ikisi arasında ise iyi olasılıkla iki saatte geçilecek 85 kilometrelik bir mesafe var. Bize hepsini Los Angeles diye göstermişlerdi ama :( Dediğim gibi, trafik de dahil olmak üzere, tıpkı İstanbul.
Lafı uzattım, özetle gidecek olursanız, planınızı bu noktayı göz önünde bulundurarak yapın. Sonra ben Universal Studios'a sadece 3 saat ayırmıştım, günün kalanında da hem Getty'yi, hem de Santa Monica'daki lunaparkı gezecektim demekle kalırsınız. Daha önce de belirttim, iki kişiden fazla iseniz arabada, 'Pool Lane' denilen havuz şeridi tam bir can simidi trafiğe karşı. Uyanıklık yapıp tek kişi olduğu halde bu şeride girenler için ise fazlası ile can sıkıcı cezalar mevcut. Dolayısı ile gitmeden yanınıza birini alın ve mutlaka araba kiralayın. İstanbul'daki toplu taşımayı öpüp başınıza koyarsınız yeminle.
Bütün bu giriş gevezeliğinden sonra, hemen geçiyorum asıl mevzuya. Los Angeles bizim San Fransisco-yazı için tıklayın ve Pasifik Sahilleri-yazı için tıklayın ardından üçüncü ziyaret durağımız. Görülmesi gerekenler, yiyip içip beğendiğimiz mekanlar, kalınabilecek muhitler ve oteller, hepsini aşağıda bulabilirsiniz.

3 Günlük Bir gezi icin;

450 $ Kalacak Yer, günlük 200$ Kisi Basi Yeme-icme-eglenme masrafi diye hesap yapabilirsiniz aslinda. Yeme icme kismi her zaman oldugu gibi göreceli, ancak sadece Universal Studios giris biletinin 90$ oldugunu göz önüne alirsak, otopark, müze girisi ve dogal ihtiyaclari da katinca günlük 50$ harcarim demek de cok gercekci olmayacaktir. 

Kalacak yer:
Avrupa şehirleri gibi olsa keşke, büyük katedrale ne kadar yakın, o kadar merkezi. Ama değil. Dolayısı ile Los Angeles'a ne için geldiğinize göre değişiyor her şey. Diyelim önceliğiniz okyanus ve sörf, o zaman sizi Santa Monica'ya alalım. Ya da Hollywood ve Beverly Hills için geldiniz o kadar yolu, öyleyse şehrin kuzeyi daha uygun. Ama iki temel karar etkeni var seçim yaparken, ilki şehir merkezi yani Downtown pek tekin değil, uzak duruyoruz. İkincisi de ücretsiz otopark olsa iyi olur, yarım oda parası da arabaya vermeyelim. Biz Santa Monica'da neden olduğunu anlamadığım ucuzlukta, fakat konum ve şartlar açısından mükemmele yakın bir konuk evinde kaldık, tıklayın Cal Mar Hotel Suites. Üç veya dört yetişkine göre planlanmış bu apart daire tipindeki kalışın gecelik fiyatı 160 Dolar gibi uygun bir fiyattı. Kesinlikle tavsiye ederim, ama internet ve otopark ekstra, baştan uyarayım. Tesisin cok bir sey ifade etmeyen bir fotografini da yan tarafa ekledim, ama inanin sessiz, merkezi ve güvenli.

Görülecekler-Gezilecekler-Olmazsa Olmazlar:

1) Hollywood Bulvarı:
Amerikan kültürüne ve Hollywood endüstrisine yabancılığımdan olsa gerek, bana çok da anlam ifade etmedi gördüklerim. Yine de not düşmek gerekirse, Hollywood Bulvarı Oscar törenlerinin klasiği Kodak Tiyatrosu'na, Star Walk of Fame'e ve Chinese Theatre'a ev sahipliği yapıyor. Her gün binlerce turist, saydığım yerleri ve uzaktan da olsa Hollywood yazısını görmek için bulvarı ziyarette. Nasıl ki Eyfel'i görmeden Paris gezisi eksik kalır, Hollywood Bulvarı'nın olmadığı bir Los Angeles gezisi de aynı kıvamda.


2) Universal Studios:
Tek kelime ile muhteşem. Dediğim gibi, film endüstrisi çok ilgimi çekmiyor, fakat Orlando'daki Universal Studios'a gitmiş biri olarak Los Angeles'taki Universal Studios her açıdan daha zengin ve keyif verici, kişi başı 100$ giriş ücretini hak ediyor neredeyse. Birincisi, Harry Potter'dan tutun Simpsons'a bindiğiniz oyuncaklar daha çeşitli ve üç boyutlu olanlar insanı farklı dünyalara sürüklüyor adeta. İkincisi, size golf arabaları ile stüdyo turu yaptırıyorlar ve gerçek film veya dizi setlerini gezme imkanını buluyorsunuz. Desperate Housewifes, How I Met Your Mother, Jaws, Fast and Furious bunlardan sadece bir kaçı ve üstüne üstlük kimisi de interaktif, bir anda uçan bir araba ile kovalamaca sahnesinin içindesiniz, düşünsenize. Üçüncüsü ise gerçek bir film atmosferini yaşattıkları Waterworld, anlatılmaz yaşanır. Kısacası, Holywood ile çok ilginiz olmasa bile eğlenceli bir gün geçirmeniz garanti. İçeride bolca fast food ve ABD vazgeçilmesi kuyruklar da var, dolayısı ile hafta içi günleri tercih etmeniz her daim faydanıza.




3) Santa Monica-Venice Beach:
Okyanus kıyısındaki şu meşhur lunapark ve dönme dolap, uçsuz bucaksız bir sahil, sörfçüler ve tahtaları, tanıdık gelmiştir umarım. Santa Monica aslında Los Angeles'in turistik sahil merkezi ve Venice Beach de hemen 3-4 kilometre güneyinde. Rap müzik eşliğinde hoplayan zıplayan gençler, inanılmaz figürleri seyirciler için değil kendi zevkleri için gerçekleştiren kaykaycılar ve Batı Yakası'nda zenci yoğun bir bölgeyle karşılaştığımız için şaşıran biz. Eğlenceli, neşeli ve canlı bir atmosfer kısacası. Santa Monica'da ve Venice Beach'te en az 2 tam gün geçirmenizi öneririm, imkanınız varsa da okyanus manzaralı bir "penthouse" lüksünde. Yalnız dikkatli olun, suç oranı Venice Beach'e yaklaştıkça yükseliyor, kepenkler hava kararmadan önce bir anda iniveriyor; tedirgin olacaksanız Santa Monica merkezine yakın bir konaklamayı tercih edin.
4) Long Beach-Naples: 
Olmazsa olmaz kategorisinde değil bence, çünkü birincisi ciddi bir mesafe ve trafik var ulaşmak için, ikincisi Santa Monica ve Venice Beach'e göre bir turist açısından çok da farklı değil bence, özellikle de Long Beach. Yine de aşağıda Long Beach'te beğendiğimiz bir bistroya yer verdim. Naples ise daha farklı, bir ada üzerine inşaa edilmiş ve evler, sokaklar, kanallar, hepsi Akdeniz ya da İtalyan mimarisine yakın. Dolayısı ile İtalyan ya da kısmen bir Venedik havası dolaşıyor ortalıkta. Eğer olur da Eski Kıta'yı özler, zeytinyağına ekmek banıp bir şişe Chianti içmek isterseniz gideceğiniz yer burası.

5) Los Angeles Şehir Merkezi:
Gitmeden önce de bolca okumuştum, tam da okuduğum gibi çıktı aslında. Onlarca gökdelen, başka da bir şey yok; merkezde kalmaya değmez, merkeze gece gidilmez. Güzel bir özet oldu. İlla gidecekseniz gezmeniz gereken yerler ise sırası ile şöyle; Los Angeles Theatre, Bradbury binası, Union Station ve Meksika atmosferli Olvera Street. Ha bir de unutmadan, Grand Central Market'ın içerisinde onlarca farklı lezzetli atıştırmalık öneren dükkanlar ve kafeler bulunuyor. Sıcaktan kaçıp soluklanmak için bire bir. Yan tarafa merkezden bir duvar resmini koydum, belki de merkezdeki en fotografik yerlerden biri.


6) Beverly Hills:
Lüksün bir numaralı adresi. Dükkanlar, alışveriş merkezleri, restoranlar, evler, villalar, parklar, semt bir bütün olarak lüks üzerinde oturuyor. Bilindik Beverly Hills yazısının önünde fotoğraf çektirip çocukluğumuzun efsanesi çizgi filmi anımsamak, palmiye ağaçları ve lüks arabalar ile bezeli villalara bakıp iç geçirmek, lüks mağazaların vitrinlerini süsleyen eşyalara bakıp etiketlere şaşırmış gibi yapmak, işte bunların hepsi yarım gününüzü alacak turistik etkinlikler.

7) Getty Park:
Avrupa ve Amerikan sanatının nadide örneklerini barındıran bir müze burası aslında. Ancak gösterişli binasının içindeki eserlerden çok, özenle yaratılmış adeta bir sanat eseri bahçeleri ve ev sahipiği yaptığı şaşırtıcı görünümler daha çok ilgi çekiyor. Belki de benim cahilliğim ama, koleksiyonlarının eşsizliği ve derinliği ile Batı Yakası'nda bu tarzda bir müze bulmak çok kolay değil sanki. Özetle, içeriye ilginiz yoksa bile bir yarım gününüzü artistlik bahçelere ve göz alıcı manzaraya ayırabilirsiniz. Giriş ücretsiz fakat otopark 15$.

YEMEKLER

Üzerlerine tıklarsanız foursquare veya tripadvisor sayfalarına erişebilirsiniz. Yanına özellikle yerlerini yazdım.


1) Amici-Glendale:

Uzun süre yazmaya ara vermemek gerekiyor, böyle bir restorana gittiğimi bile unutmuşum. Kimin yolu neden düşer bilemem, çünkü turistik mahallelere uzak bir yer burası, bizim de AVM'nin -The Americana at Brand- içindeki Apple Store dolayısı ile düştü. Nezih bir İtalyan restoranı, çok ahım şahım anlatılacak bir yemek söyleyemem, ancak klasiklerini de beğendik. AVM'nin ortasındaki havuza ve içindeki heykele nazır ve tam anlamıyla Apple Store için sıra veya saat beklerken vakit geçirilebilecek türden. Üç kişi, iki makarna bir pizza ve yarım şişe rose şarap için toplam 80$ ödedik.

2) BOA-Sunset Avenue: 
Sunset bulvarının ünü malum. Hollywood'a yakın kaymak tabakanın yaşadığı, muhteşem gün batımı manzaraları yakalayabileceğiniz Los Angeles'in kuzeyindeki bu bulvarın tam başında yer alıyor BOA Steakhouse ve hitap ettiği kesim de genellikle bahsettiğim kaymak tabaka. Rezervasyonumuz olmamasına rağmen, kısmet deyip şansımızı denedik ve barda yer bulduk kendimize. Biraz da menüsündeki $$$$ etkisiyle sadece karides tabağı ve bira ile yemeği geçiştirdik fakat bu kısıtlı seçim bile 120$ tuttu.

3) Blu Jam-Holywood:
Yine Hollywood'a yakın bir mekan, ama bu kez kahvaltı için. Melrose Bulvarı'nın üzerinde ve park sorunu yok denecek kadar az. Yumurtanın onlarca çeşidini, lezzetli omletleri ve yumurtadan uzaksanız akağaç şuruplu devasa pancake'leri tadabilirsiniz; yanında sınırsız kahve ve dilerseniz çay da ödeyeceğiniz fiyatın içinde. Tabii ufak bir ön koşul var, kafenin önünde sıcağın böğrüne doğru uzanan onlarca kişilik bir sırayı beklemek. Üç kişi, iki omlet ve bir pancake 40$ tuttu, bahşiş her zamanki gibi %20.

4) Pono Burger-Santa Monica:
Gelelim Santa Monica'ya. Merkezde onlarca farklı seçenek olmasına rağmen, Foursquare'den yüksek puanlı bir yer bulacağız diye Santa Monica'nın içine doğru açıldık ve pişman da olmadık. Kendi sitesinde de dediği gibi bir Hawaii esintisi var burgercide, plaj tarzında dekore edilmiş, burgerlerin ise organik ve otla beslenmiş olması gibi iki ayırt edici özelliği mevcut. Üç burger ve üç craft-el işi bira için, ki onlarca farklı çeşidini bulabilirsiniz, 50$ ödedik.

5) Yard House-Long Beach:
Yukarıda uzun uzun anlatamadım, Long Beach ayrı bir şehir ve Santa Monica veya Venice Beach'e göre daha farklı bir havası var. Daha az turistik, daha yerel -yazarın notu, yerel dememi garipsemeyin, yerel dediysem çağın Amerikalısı'nın Pasifik kıyısında yaşamının yerelliği-, diğer şehirlerin aksine öğrencilerin yoğun olarak yaşadığı bir şehir. Bahsedeceğim Yard House da, uçsuz bucaksız Long Beach'in girişindeki marinanın içinde kendini "Yeni" Amerikan olarak tanımlayan bir bistro. Yeni deyince herhalde barındırdıkları Meksika yemeklerini kastediyorlar, bilmiyorum, yine onlarca farklı bira, yine uzun kuyruklar ve bekleme sırası, yine... Üç kişi 75$ verdik, ne kadar tanıdık değil mi? Mekanın kendisini çok övemesem de, batıya baktığı için okyanusun kıyısındaki gün batımı manzarası muhteşemdi, onu özellikle belirtmeliyim.

6) The Bungalow-Santa Monica:
Santa Monica'da gece dışarı çıkmak gibi bir niyetiniz varsa, The Bungalow'u özellikle ama özellikle tavsiye ediyorum. Çok şık giyinmenize gerek yok ama salaşlıkta aşırıya da kaçmayın, rahat da olsa üstü açık bir gece klübü burası. Amerikan filmlerinde olur ya hani, rahat bir atmosfer, ağaçlarda sallantılı süsler, yormayan ama keyifli bir müzik ve herkesin yer yer sohbet edip, yer yer dans ettiği esintili bir yaz akşamı. Ne kadar gözünüzde canlandı bilmiyorum, ama lezzetli kokteyller de cabası. 
Dolayısı ile gençlerin favori mekanı olması bizi şaşırtmadı, bir kaç saat kaldığımız halde zamanın nasıl geçtiğini anlamadık, belki de bütün gezi boyunca gidilen yerlerden bir liste yapsam en üste koyacağım ilk mekan. Unutmadan, kokteyller 15$ civarında ve ben tabii ki -on the rocks- Margarita içtim. 






7 Mayıs 2017 Pazar

Amerika-San Francisco Gezisi Ne Kadara?

Cable Car ve Kuyruğu

Öncelikle dileyenleri bu uzun hikayenin basina alalim suradan, Amerika Batı Yakası Gezisi ya da sonuna Los Angeles Gezisi

En sonda yazacağımı en başta yazayım, ben bu şehri çok beğenmedim. Halt etmişsin diyenler olabilir, anlayışla karşılarım. San Francisco özelinde hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf etmek istiyorum, ki belki de havanın yaz sonuna göre fazla soğuk ve yağmurlu olması bu duruma neden oldu. Evet kozmopolit bir sehir ve insanları farklılıkları ile kabul ediyor. Evet tüm turistler içi önemli çekim noktalarına sahip ve en az 3-4 dolu gün geçirilebilecek kadar zengin, fakat yine de kafam karışık nedense ve daha da somutlaştıramıyorum hayal kırıklığımın sebebini, dolayısı ile geciyorum şehir anlatısına:


Kırmızı metal yığını Golden Gate
Görülecekler-Gezilecekler-Olmazsa Olmazlar:

Güzel Sanatlar Müzesi
Öncelikle gidip Munipass dedikleri toplu taşıma kartımızı alıyoruz, kendisi 30 Dolar 3gün için ve tüm otobüs, metro ve özellikle belirtiyorum, Cable Car (meşhur San Francisco tramvayı da desek olur) hatlarında geçerli. Avrupa'nın düzlüklerinde taban tepmeye alışkın gezginlere özellikle tavsiye ederim, çünkü San Francisco'nun İstanbul'a bu kadar çok benzetilmesinin sebeplerinden birisi köprüleri ise, diğeri de bayıltıcı yokuşları. Zaten bu öldürücü yokuşlar (Özellikle de şu bol virajlı meşhur Lombard Street, kendisine Serencebey yokuşu gibi bir yokuş çıkmadan ulaşmak maalesef mümkün değil.) zamanında toplu taşıma için serbest girişimin öncüsü olmuş ve temelde 3-4 hat üzerinde çalışan bu meşhur tramvaylar ortaya çıkmış. Bir de tabii tek biniş 10 Dolar civarında, dolayısı ile makul oluyor Munipass alıp nispeten uzakta kalan Painted Ladies-Golden Gate Gate Köprüsü-Golden Gate Park gibi noktalara ulaşmak.

Painted Ladies
Kaldığımız yer merkez kabul edebileceğimiz Union Square'e iki blok uzakta (ya da 200metre işte) kalan Fusion Hotel. Eylül gibi yoğun sezondaki fahiş fiyatlara rağmen, sanırım oteldeki yenileme işlerinin yarattığı ses dolayısı ile biraz, gecelik 150 Dolar gibi aslında uygun bir fiyata kaldık. Otelin konforu ve temizliği de yerindeydi açıkcası, ki önceden incelediğimde bir çok otelde koku veya yıpranmışlık gibi San Francisco özelinde (Bir şehir ilkesi olarak binaları yıkıp sıfırdan yapmayı olabildiğince zorlaştırmışlar.) normal karşılamanız gereken şikayetlere sıklıkla denk gelmiştim.

  
Ferry Building
1) Cable Car-Lombard Street: Yukarıda biraz anlattım ama bildiğiniz tramvay işte, özeti bu. Durağı otelimizin dibindeydi ve ilk başta önünde gördüğüm kuyruktan etkilenmedim desem yalan olur. İlk ve ikinci binişten sonra da 'Güzelmiş ama...' nidası geçti içimden. Fakat yokuş çıkmak için tasarlanmış tramvayı, turistler için olmazsa olmaza çevirmişler desek tam karşılığını bulur bence.  Bu bahsettiğim Powell Street kalkışlı tramvay hattı Lombard Street'in önünden geçerek sizi Fisherman's Wharf'ın göbeğine indiriyor. Dolayısı ile Lombard Street'te inip, karşıdan bakınca muhteşem görünen %10 eğimli (emin değilim) bu sokağın, gerçekte nasıl olduğuna göz gezdirebilirsiniz.

Lombard Street
2) Pier 39-Fisherman's Wharf-Ferry Building: İndik tramvaydan, geldik bu önemli bölgeye. Birincisi bölgeye ulaşmanın -kimi zaman ayakta 1 saate kadar sıra beklediğiniz- tramvay dışında otobüs gibi daha kolay ve hızlı yolları var. İkincisi aslında sahil kesimi olarak tanımlayabileceğimiz bu bölgeye Ferry Building'te biten metro hatları ile erişip, öncelikle Ferry Building'teki yerel çeşnili pazarı gezdikten sonra Pier 39-Fisherman's Wharf doğrultusunda bir hat da takip edebilirsiniz. Pier 39, ki kendisi deniz aslanlarının meşhur ettiği onlarca turistik restoran ve hediyelik eşya dükkanından oluşan bir açık AVM aslında, deniz aslanlarının komik oyunlarını saatlerce seyredebileceğiniz gerçekten de ilgi çekici bir seyir noktası. Pier 39'un ilerisinde de Fisherman's Wharf'ın devamı var aslında. On yıllar önce balıkçı barınağı olarak ortaya çıkan bu alanı, şu anda Ghirardelli Çikolata Fabrikası, Atari müzesi, onlarca deniz ürünü odaklı restoran-hızlı yemek büfesi (Çorba güzel, denemek lazım.) gibi farklı cazibe merkezleri dolduruyor. Dolayısı ile en az yarım gün geçirecek kadar dolu bir alan, 1-2 kere acıkacaksınız doğallıkla. Biz eksisözlük'te farkettiğim bir yazarın tavsiyesine uyarak akşam yemeği için Scoma's adlı restorana ve atıştırmak için de rastgele bulduğumuz Cafe de Casa adlı Güney Amerika kafesine gittik, ayrıntıları aşağıda.

Deniz Aslanları
3) Alcatraz Hapishanesi: Biz gitmedik, ama gidenler özellikle bir gün batımı turuna katılmamızı tavsiye etti. Genellemek çok doğru değil ama karşıdan daha güzel görünüyor bu tip yerler nedense bana. 40 Dolar eder mi, bilmiyorum o yüzden de. Fakat gidecekseniz önceden bilet alın mutlaka, tecrübeyle sabit, kalmıyor. Bir de yan tarafa uzaktan sisler içinde çekilmiş bir resmini ekledim, hava açıkken özellikle aşağıda bahsedeceğim Coit Tower'dan çok daha net ve etkileyici fotoğraflarını çekebilirsiniz. Yine de puslu falan ama görünüm açısından bir fikir veriyor diye düşünüyorum.


4) Çin Mahallesi-Japon Mahallesi-Coit Tower-Finans Mahallesi:
Coit Tower'dan Alcatraz

Çin mahallesi farklı geliyor bize olağan bir şekilde, ki buradaki mahalle gerçekten de yerelliğe daha yakın gibi göründü bana. Burada bambaşka bir noktaya atlayacağım, kusura bakmayın. Cahilliğime verin, biraz ayrıntılı inceleyene kadar özellikle 20 yüzyılın çalkantılı ilk yarısının estirdiği Faşizm rüzgarının Yeni Dünya'daki etkisinin büyük boyutlarda olduğunu fark edememişim. Hep tarih kitapları Eski Dünya'yı yazarken, ABD'nin göbeğinde de Uzakdoğulular en hafif tabiri ile derin bir ayrımcılığa uğruyor, bedeli de canları ve malları ile ödüyormuş aslında. Coğrafi konumu gereği Uzakdoğulu nüfusunun bu denli yoğunlaştığı San Francisco'da bile Japon Mahallesi resmen yerle bir edilmiş, Çin Mahallesi de yok olmasa bile büyük zarar görmüş. Ha Japonların kendi ülkelerinde başkalarına yaptıkları tamamen ayrı bir tartışma konusu. Ancak, ABDlilerin de günahsız olmadığını not düşmekte fayda var. Dileyen Düşman Kardeşler-Wolfgang Schievelbusch kitabını inceleyebilir biraz derine inmek istiyor ise.

Cable Car Müzesi'nden

Neyse dönelim mahalle gezisine. Çin mahallesinde yerel bir festival devam ediyordu gittiğimizde ve renkli kostümleri, şaşırtıcı dansları ile eğlenceli görünüyordu dışardan da. Festivali hızlıca geçip asıl odak noktamıza, Çin Niyetçisi'ne yöneldik. Aslında bildiğiniz niyetçi işte, tavşan yok ama dondurma külahının içine niyet kağıdı koyup kapatan Çinli arkadaşların işlettiği bir dükkan var, belki çok normaldir oralarda bilmiyorum. Ama çok da hafife almayın, Golden State Warriors'un süperstarı Stephen Curry bile gelmiş, kankalarını alıp niyet çekmeye. Dolayısı ile hazır gitmişken sadece 1 Dolar verip, siz de talihinize talip olabilirsiniz.

Golden Gate Parkı'ndan
Çin mahallesinde yemek yemeyi tercih etmedik, sıhhi kaygılardan dolayı. Ama alışkınsanız Çin mutfağına eğer, ev yemeği yapan küçük restoranından(Onlar da ev yemeği mi diyor acaba?) bakkalına-manavına kadar sonsuz seçenek mevcut. Coit Tower'a gelince, giriş 8 Dolar ve otobüs kullanmadan kapısına ulaşmayı denemek için yürek yemiş olmanız gerekir. Kapısında hallice bir sıra mevcut, fakat Lombard Street'in etkileyici görünümünden, Alcatraz'ın ve hatta Golden Gate'e kadar tüm sehrin büyüleyici manzarasına hakim, fotoğraflar için de bire bir. Finans bölgesindeki kuleler de bu amaç için iş görür belki, ama yine de sehrin kuzeyi için kesinlikle tavsiye ederim. Finans bölgesi demişken, bu mahallede fazlası ile yüksek puanlı restoran-kafe-kahveci bulunuyor. Biz bunlardan kahvaltı için Blue Bottle Cafe'ye, öğle yemeği için ve vazgeçilmez çay saatimiz için The Garden Court'a, akşam atıştırmak için de Superduper Burger'e gittik, ayrıntıları aşağıda.

5) Golden Gate Köprüsü: San Francisco deyince akla ilk gelen olması normalmiş, bunu söyleyebilirim ilk olarak. Hakim iki tepe arasına kurulmuş bu kırmızı renkli demir köprü, okyanustan körfeze giriş için de kontrol noktası bir bakıma. Ha bir de sabahları özellikle ışık doğudan geldiği için muhteşem fotoğraflar çekmenize imkan tanıyor, tabii ki hava yılın 200 günü olduğu gibi sisli değilse. Köprünün üzerinde yürüyüp, kimilerinin Bebek'e benzettiği sahil kasabası Sasusalito'ya ulaşabilirsiniz ve merak etmeyin köprünün ayağında bir otobüs durağı ve Golden Gate Köprüsü Müzesi (Hediyelik eşya diye de anlayabilirsiniz), daha enerjikler için ise şehirden yükselerek gelen bir bisiklet parkuru mevcut. Yanda gördüğünüz fotoğrafta ise köprünün yapıldığı profilin bir örneğini görüyorsunuz. Eğer meraklı iseniz, kaç ton demir kullanıldığından, kaç vidayla kaç somun bulunduğuna kadar onlarca ayrıntıya ulaşabilirsiniz bu müzede.

Viktoryen Evler
Yine Onlar

6) Golden Gate Park-Painted Ladies: Köprünün dönüşü var bir de. Eğer dilerseniz sağdan güneye doğru inip Baker Beach tarafını gezebilir, ya da bizim yaptığımız gibi tekrar otobüse atlayıp Golden Gate Park'a yönelebilirsiniz. Haritada öyle görünmese de park gerçekten devasa ve içinde bir tam gün rahatlıkla geçirilebilir. Parkın içinde batıya, ya da okyanusa bakan kısma doğru yürüyüp yemek yedik önce(Ayrıntılar için aşağıdaki Chalet Ocean Beach kısmına bakabilirsiniz.)ve sonrasında da parkın içinde göletler, Japon bahçeleri, ilginç endemik bitkiler derken bir tam tur yapmış olduk ve bu bize 25000 adıma mal oldu. İlginçtir o anda aklımıza gelen otobüs bizi tam da istediğimiz yere götürdü, yani Painted Ladies'e. Los Angeles'ta çekilse de San Francisco'yu ve Viktoryen tarzda inşa edilmiş şirin evlerini meşhur eden Full House hatrına yüzbinlerce ziyaretçiyi ağırlayan, pardon bakıcıyı önünde bekleten Painted Ladies, set gibi bir yer aslında. Dışarıdan muhteşem, ama fotoğraf çek, bak ve geç. Toplam 5 dakika. Gitmeyin diye demiyorum, güzel, ama işin aslı da bu. Doğallıkla da yukarıda ve aşağıda hem Painted Ladies'in hem de yan sokaktan başka Viktoryen tarzı evlerin öngörünümlerini paylaştım. Çılgın rakamlar beklenildiği şekilde, şüpheniz olmasın.

7) Mission-Dolores: Biraz kahvaltı için gittiğimiz Tartine Bakery hatrına yazıyorum doğrusu. Fakat Güney Amerikalı göçmenlerin yoğunlukla oturduğu ve yer yer Miami havası taşıyan bu mahalle, Latin rüzgarı ve LGBT'ya karşı olmayan tavrı ile ünlü. Yer yer duvar yan tarafta paylaştığım gibi duvar boyama sanatının güzide eserleriyle de instagram sayfaları için bulunmaz cinsten. Akşam saatlerinde özellikle doğuya gidilirse çok da güvenli hissetmeyeceğinizi düşünüyorum. Yine de San Francisco'da yaşamın ilk canlandığı yer olan İspanyol tarzı Mission Kilisesi'ni görmek de bir seçenek.

BAR: 

Bourbon & Branch: Her gün bu kadar yol yapınca tabii, akşamları çıkacak heves kalmadı. O yüzden sadece bir tane bar, ya da buradaki bilindik adıyla 'Speakeasy' denemesi yaptık. İsmini alkol yasağının uygulandığı dönemdeki şifreleşmeden alan bu barlara giriş gerçekten de zor. Fakat hafta içi gecenin bir köründe giderseniz şansınız da düşük sayılmaz. Kimi zaman pizzacıların içinden, kimi zaman belirsiz ve tekin görünmeyen bir dış kapının arkasından erişilen 'Speakeasy'lerden biz Bourbon & Branch isimli olanına rezervasyonlu gittik. Çok da güvenli görünmeyen bir sokakta, bildiğin bakkalın karşısında garip bir kapı size garip bir his verse de baştan, kapının içerisi Batı Amerikan tarzında güzel dekore edilmiş, birazdan kovboylar çıkıverecek havası yaratan bir Bar. Kokteyller de gayet iyiydi. Ama mekanın havası biraz soğuktu Avrupa'daki eşleniklerine göre, kabul etmeliyim. Yine de değişik bir tecrübe diye düşünüyorum, kokteyller 8-12 Dolar civarında.
Chalet Ocean Beach

YEMEKLER

Üzerlerine tıklarsanız foursquare sayfalarına erişebilirsiniz.

1) Superduper Burger: İçi sulu ama fena da pişmemiş lezzetli bir burger arıyorsanız, makul fiyatlı bu burgerci tam size göre. Klasik burger, patates, içecek mönüsü 14 Dolar.

2) Chalet Ocean Beach: Golden Gate Parkı'nın Pasifik'e bakan ucunda, pazar keyfi için mükemmel bir adres. Bahçesinde 70'ler tarzı Rock performansı bile var. Eğer bir tüm günü parka ayırırsanız, mutlaka sonunu bu güzel köşkte bitirin. Biz zor da olsa rezervasyonsuz yer bulup, deniz ürünleri ağırlıklı ama genelde uluslararası mutfağa sahip mönüsünden ve kendi üretimleri biralarından keyif aldık. Bedeli ise, iki ana yemek, ve biralar için 60 Dolar oldu. Yan tarafta ayrıcalıklı bahçesinin ve tabaklarımızla biraların yakın çekim bir fotoğrafını görebilirsiniz.

3) Scoma's: Eski bir beyzbol oyuncusuna ait ve onlarca fotojenik oyun karesiyle bezeli bu deniz ürünleri restoranı, aslında tam da Pier 39'un dibinde olmasına rağmen turistik bir uğrak noktası değil. Gerçekten de kalamarın, karidesin, yengecin, deniz tarağının tadına doyuyorsunuz. Özellikle de karışık tabağı söylerseniz. Bir de yanında lezzetli bir Bellini, tercihen giriş kokteyli olarak, Bay Körfezi'ne nazır bu mekanın diğer turist odaklı yerlerden farkını ortaya çıkarıyor. Biraz tuzlu diyebilirim, iki kişilik karışık deniz tabağı ve yanında iki kadeh beyaz şarap için 85 Dolar verdik. Rezervasyon şart sayılır. Aşağıya Scoma's iskelesinden bir fotoğraf iliştiriyorum, inanın akşam manzarası daha da etkileyici.

4) Wise Son's Bagels: Basit ama doyurucu ve damakta tad bırakan Bagel için tam şehrin göbeğinde olmasa da Golden Gate yolunda tercih edilebilir bir adres. Ya da Japon bölgesini gezmeden önce. Benim gibiler için humuslu seçenekler tam anlamı ile hayat kurtarıcı. İçinde ekleyebildiğiniz kadar ekleyin, her yerde son dönemde baskın olduğu gibi özellikle doğal olduğu vurgulan portakal suyu eşliğinde iki bagel 25 Dolar.
Scoma's

5) Cafe de Casa: Yukarıda da biraz değindim. Şanslı iseniz ve hava güzelse, hatta bunaltıcı ise ve Pier 39 benim, Lombard Street senin dolaşırken yorgun düştüyseniz hemen İtalyan Mahallesi'nin girişindeki bu mütevazı Brezilya Kafesi'ni bulun. Hemen birer Empanada yanına Acai Kasesi söyleyin, enerjiniz tabiri doğru ise tavana vursun. Yanında beleş bir bardak su ile birlikte sadece 15 Dolar. Yanında belki de güzel Brezilya kahvelerinden de denemek isteyebilirsiniz belki kim bilir?


The Garden Court



6) The Garden Court:
Şimdi geldim San Francisco'daki en zevk aldığım restorana. Gitmeden önce çok farketmemiştim gündüz vakti neden özenli giyindiğimizi ama, içeri girince anladım ki bildiğin üst gelir grubunun çay saatine gelmişiz. Halbuki biz sadece öğle yemeği yemek niyetindeydik. Evet, yanda gördüğünüz bu lüks avizeler ile donatılmış cam çatının altındaki bahçede adeta 60'lar tekrar yaşanıyor. Zaten şapkaları görünce bizim yürümekten köhnemiş ayakkabılar kendiliğinden masaların altına saklandı. O resimde masanın ortasına pozlanmış tatlı da 20 Dolar.  Tatlıdan önce biraz makul bir giriş olsun diye trüf mantarlı burger yedim, itiraf ediyorum tadı muhteşemdi, kendisi ise 29 Dolar. Fiyatlarına rağmen yine de cezbedici ama, değil mi? Ha diyorsanız hani çay saati, o şapkalı bayanlar beyler o Fransız porselenlerindeki çaylarını yudumladılar, hafif bir tatlı eşliğinde, bizim gibi burger'e gömülmediler doğallıkla. Son bir ayıntı da bu bahçenin iki yan sokağında Twitter'ın ana ofisinin olması, ne bileyim burada 60'lar orada, 2010 ve sonrası en önemli dijital yaşam sembollerinden bir marka, tam bir tezat değil mi? Amerika gerçeği bu işte! diye bir klişeye savrulmak üzereyken, bilinçli veya bilinçsiz bu durumda olmaları farketmez, kapının önündeki evsizler soğuk bir kova su çarpıyor suratıma, neyse...

7) Tartine Bakery:

Tartine
Tartine isimli fırında ise Amerika sınırlarında bulmakta zorlanılan kalitede kruvasanlar, quiche'ler ve pastalar var. Civarda yaşayanların akınına uğradığını ve dolayısı ile de sabah erken saatlerde daha revaçta olduğunu söylemeliyim. Yanda örnek bir fotoğrafı görüyorsunuz, bir Fransız etkisi söz konusu sanki. Ortadaki Brownie ise muhteşemdi, fotoğrafa bakınca bir kez daha hatırladım. Mekana tek eksiyi, poşet çay kalmadığı için verdim. Kusura bakmasınlar, turist de gelmese, az banliyö havasında da olsa çay yani altı üstü, neyse ki yanımızda vardı. Yanda gördüğünüz masadaki ürünler 30 Dolar.

8) Dottie's True Blue Cafe:
Eylül ayının 10'unda, sabah 11'de 10 derece titreten soğukta tam bir saat kapısındaki caydırıcı kuyrukta bekledik, ki rezervasyon da mümkün değil zaten. Kapıda bebek arabası ile bekleyenlerden de cesaret alıp sonuna kadar dayandık ve sonuç, yumurta sevenler için içinden çıkılması zor onlarca lezzetli seçenek, yumurta yemeyenler için ise tek tercih ola gelse de yine de güzel bir pancake. Hemen belirteyim, Amerika'da çoğu kahvaltı yerinde oturur oturmaz kahvenizi önünüzdeki kupaya boca ediyorlar, yani bana bir çay nağmesi biraz anlamsız kalıyor baştan, özellikle istemeniz lazım. Uzun isimli bu kafede de aynı şekilde. Sıraya dayanırız derseniz,  göz yumurtalı ve patates salatalı bir tabak yanına pancake ve ek olarak da sınırsız kahve ve sınırlı çay, hepsi 35 Dolar. San Francisco gibi gelir düzeyinin yüksek olduğu bir metropolün göbeğinde çok pahalı diyemem.

Gezi programlarında olur ya, anlatıp anlatıp şimdi sizi ...'den güzel görüntüler ile baş başa bırakıyoruz derler. Ben de öyle yapayım.

Crissy Fields East Beach'ten Golden Gate Köprüsü


Yerba Buena Gardens (Anlatacak çok bir şey göremedim)

Coit Tower girişinden

Pier 39'dan Alcatraz

Yine Golden Gate, yine Crissy Field East Beach


10 Nisan 2017 Pazartesi

Amerika-California-Batı Yakası Gezisi Ne Kadara?

Hemen bir Golden Gate Köprüsü alalım şuraya da blog yazısında klişe nasıl olur herkes görsün. Nasıl anlatsam? Nereden baslasam acaba? Çok uzun bir gezi oldu aslında, 15 gün boyunca San Fransisco-Pasifik Kıyıları-Los Angeles-Las Vegas-Los Angeles güzergahı boyunca gezdik, gördük ve eğlendik (Belki de gariplik bende ama yeme-içme kısmından çok da keyif almadım açıkcası, Avrupa'nın olgun ve görgülü mutfağından sonra fazla yapay geliyor her seferinde).

Tek bir metinle bu seyahati anlatmak gerçekten kolay değil, çünkü içerisinde şehir ya da metropol keşfi var(San Francisco-Los Angeles), yol gezisi ve doğa turu var(Pasifik Kıyıları), yapay şehir ziyareti var(Las Vegas), plaj turları var(Malibu-Santa Monica), eğlence parkı bile var(Universal Studios),  kısacası yok yok. Dolayısı ile özellikle de yazıların okunabilirliği açısından geziyi aşağıdaki gibi üç ayrı parcaya ayırıp yazmayı düşünüyorum. Üç ayrı şehir temelinde yazılmış gibi görünse de, aslında hepsi de birbiri ile ilintili, ya da iç içe. O kadarı da olsun artık, az buz değil on beş gün sonuçta.
 
1. Amerika-San Francisco Gezisi Ne Kadara? (Ayrıntlar için tıklayın.)
2. Amerika-Los Angeles Gezisi Ne Kadara?(Yazıyı bir gün bitireceğim umarım.)
3. Amerika-Las Vegas Gezisi Ne Kadara? (Bunu da bir gün bitireceğim umarım.)

Gezinin tüm masraflarını özet olarak bu yazıda anlattıktan sonra, ayrıntılara yukarıdaki bağlantılarda yer vereceğim. Giriş yazısının ruhuna uygun olarak da bir kaç klişe ve bir kaç da alışılmadık fotoğraf ekledim. Umarım özellikle uzak rotalara gezi planları yapılan bu dönemde dileyenlerin aklında bir fikir oluşturabilirim. Çünkü planlama aşaması gerçekten kimi zaman haftalar alıyor, ki bu uzun yolculukta da bizim için bu söylediklerim geçerli oldu doğallıkla.

ABD gezileri hem uçak biletlerinin doğal pahalılığı, hem de barınaktan hallice yerlere verilen gecelik oda ücretleri ile zaten fazlaca caydırıcı. Bir de bu olumsuz kriterlerin yanına çılgın otopark tarifelerini ve yemek yediğiniz yerlerde resmen zorla alınan servis ücretlerini ekleyin. Vazgeçmeye mi başladınız? Hemen görece ucuz markalı alışverişleri (Burada bir parantez şart, Türkiye'nin marka üretemeyen fakat ucuz işgücü maliyetli bir tekstil ülkesi olduğunu her daim akılda tutmak şart, yoksa sadece Tommy Hilfiger veya Nautica diye pazarda görseniz almayacağınız mallara otuz otuz dolarları bayılmak alışverişi ucuza getirmek değil!) ve düşük araç kiralama ile benzin maliyetlerini avantaj hanesine yazın o zaman. Belki de on saat öteye, yani dünyanın öteki ucuna uçtuktan sonra bu kadar ayrıntıya çok da takılmamak gerekiyor aslında. Bakalım bizde ne etmiş?

Uçak Bileti: 650$-1 Kisi Istanbul-San Francisco Gidiş/Los Angeles-Istanbul Dönüş
Otel: 160$/Gece-iki kisilik oda
Ulaşım: 625$-9 Gün Araba Kiralama, 150$ Benzin 2500Km yetecek kadar
Yeme-İçme-Eglenme: 1500$-iki kisi
Alışveriş: Bolca :)

Bu hallice giriş yazısından ve maliyet özetinden sonra, bir iki temel not düşüp Pasifik Sahili Turu ile başlıyorum ve aynı zamanda sizi ayrıntılı yazıları bulabileceğiniz diğer sayfalara davet ediyorum.

1. Batı yakası gezisi için San Fransisco başlangıç Los Angeles bitiş şeklinde (veya tam tersi) bir rota en uygunu, uçak biletlerini bu şekilde ayarlamak fazladan 600KM yapmayı önlüyor.
2. Drop-off (farklı şehre teslim) seçeneğine dikkat etmeniz önemli tabii ki böyle bir tura niyetlenirseniz.
3. Los Angeles özelinde felaket bir trafik var, İstanbul'u aratmaz. Pool Lane hayat kurtarıcı çoğu zaman.
4. Kumar tutkunuz yok ise Las Vegas'a iki günden fazla ayırmamanızı öneririm, uzun uzun anlatacağım sebebini Las Vegas yazısında.
5. Los Angeles'ta arabasız bir gezi düşünemiyorum.
6. Tüm restoranlarda kuyruklara hazır olun, kahvaltı dahil!

Pasifik Sahili Gezisi:

1 numaralı yol üzerinden Pasifik Sahili'ni katetmek isteyen bir çok insan tanıdım, ki ben bunlardan biri değildim aslında. Uzaktan bakınca anlamsiz bir yol gezisi gibi görünüyordu açıkcası. Ancaaak, gel gör ki kazın ayağı öyle değilmiş. Muhteşem bir rota, benzersiz görünümler, harikulade kasabalar, hayran bırakan el değmemiş doğal güzellikler, daha da gider bu sekilde. Fazla lafı uzatmadan izlediğimiz güzergahı yazayım önce:

SAN FRANCISCO -> Monterrey -> Carmel -> 17 Mile Drive -> Big Sur -> Cambria -> Morro Bay  -> Solvang -> Santa Barbara -> LOS ANGELES

Tek yönlü oklardan da anlayabileceğiniz üzere, yaklaşık 1100KM'lik bu yolculuğu gidiş dönüş yapmak pek de kolay değil. Dolayısı ile ilk iş başlangıç noktası olarak biz San Francisco'yu seçtik. Los Angeles tarafından da başlanılabilir tabii, ama güneye indikçe havanın güzelleştiğini, rüzgarın yumuşadığını ve yolların sürüş rahatlığının arttığını belirtmeliyim. Bu arada San Francisco'dan sonra bizim ilk durağımız aslında Monterrey değil, Gilroy Premium Outlet oldu, ki tenhalığına oranla sunduğu marka çeşitliliği ve beden bolluğu ile Las Vegas ve Camarillo'daki Outletler'i geride bıraktı. Neyse, San Francisco'dan yola çıkıp yaklaşık 3 saatlik bir yolculuktan sonra Monterrey'e vardık.

Monterrey:

Carmel by the Sea:

17 Mile Drive:

Big Sur-Cambria-Morro Bay:

Santa Barbara-Solvang: